29 Mart 2020 Pazar

2015'te Corona Virüs ilk kez Adıyaman'da görülmüş ya! Bitmeyen Erol Gaz mı yoksa Corona Virüs mü?

2015'te Corona Virüs ilk kez Adıyaman'da görülmüş ya! Bitmeyen Erol Gaz mı yoksa Corona Virüs mü?

Yıllar önce yönetmen arkadaşım Kenan'la birlikte çektiğimiz ve tüm Türkiye'de bir efsaneye dönüşen, Erol Gaz Reklam Filmi'mizi şimdi tekrar izledim de, 78'lerden kalma eski bir arabayı Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesinden alıp Endüstri 5.0 devriminden İnsan 2.0 devrimine öncülük yaparcasına kullanıcılara evrim geçiren NewYork'tan ordan Sibirya'ya mevsimden mevsime yıllarca yol aldıran bir gazın efsane bu reklamını #Corona yansımalarıyla değerlendirken sanki küçük yerel bir gaz şirketinden çok şimdilerde dünyayı sarsan #küresel bir #virüs vakasını konu edinmişiz. Bu yüzden "tarihte ilk #CoronaVirüs vakası 2015'te Adıyaman'da görülmüş" diye bir başlığı tercih ettim. Şimdilerde herkes evlerinde #EvdeKal diyerek yaşamını devam ettirmeye çalışırken, bir nebze de olsa #AbuzerOk abimizin bu güzel sempatik oyunculuğu ile efsane #ErolGazReklamFilmi'ni tekrar hatırlayarak biraz gülelim istedim.

İzlemek isteyenler için buraya linkini koyuyorum.

https://www.youtube.com/watch?v=-y-Iw3G8QLk&feature=youtu.be Buraya da yabancı takipçilerim için reklam filmimizin 2015'te yazdığım #ingilizce açıklamasını ekleyeyim. Sonra "Corona Türklerde Yan Etki Yaptı!" diye haber yapmasınlar, aman. The world's best advertising is from Turkey by Life Ajans Someone called "Akla zarar otogaz reklamı" and someone called it like ''mantık zorlayan erol gaz reklamı, yok böyle bir reklam, sınırları zorlayan Türk işi reklam...'' Since the ad shared on the internet, more than 70 millions people watched it already. Erol Gaz Ad will stay in our mind like a legend ad anymore.

16 Nisan 2014 Çarşamba

"Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz."

Müslümanlar, tahkiki iman sayesinde tam ihlası elde ettikleri için, dünyevi hiçbir
menfaat onları kardeşlerine tercih ettiremez. Yani dünya menfaati noktasında daima
kardeşini kendine tercih eder. Bir maddi menfaat söz konusu olsa, bu menfaati önce
Müslüman kardeşine takdim eder. Kendi nefsini ileri sürmez.

Maddi menfaat, insanların en çok aldandıkları ve en çok tamah edilen bir konu
olduğu için, bu hususta kardeşini kendine tercih eden, diğer hususlarda kolaylıkla
fedakarlık yapabilir.

Özellikle iman ve Kur'an hizmetinde ise makam, şeref, teveccüh gibi nefsin mükafat
ve lezzet saydığı şeylerde samimi bir Müslüman, kardeşini kendinin önüne geçirmesi
gerekir. İşte Allah katında en makbul makam budur. Şayet tersini yapıp, makam ve
teveccühte kendi nefsini kardeşinin nefsinin önüne sürerse, samimiyetten düşer ve
Allah katında da değer ve makamı kalmaz.

Bu konuda şöhret şiar olmuş insanlar sahabelerdir. Sahabelerdeki bu haslete "isar"
denilmiştir. Yani kendisi muhtaç olduğu halde, başkasına nimet vermek, cömertlik
ve ikrâmda bulunmak demektir.

Üstat bu manayı şöyle tarif ediyor:

"Sahabelerin, sena-i Kur'aniyeye mazhar olan "İsar hasletini"
kendine rehber etmek, yâni hediye ve sadakanın kabulünde
başkasını kendine tercih etmek; ve hizmet-i diniyenin mukabilinde
gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf
bir ihsan-ı İlâhî bilerek, nâsdan minnet almıyarak ve hizmet-i
diniyenin mukabilinde de almamaktır.Çünki hizmet-i diniyenin
mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki ihlâs kaçmasın.
Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem
zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez; belki verilir.
Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu
kadar kanaatkârane başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini
kendi nefsine tercih etmek sırrına mazhariyetle, bu müdhiş
tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir."(1)

Sahabelerin binlerce misalinden bir tane misal:

Sahabeler toplanmışlar, derin bir huzur ve mutluluk içinde Allah Resûlünü
dinliyorlardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Âl-i İmran Sûresi’nden şu âyet-i kerimeyi
okuyordu.

“Muhtaçlara ve fakirlere yardım ederken malınızın kötüsünü değil
de iyisini vermedikçe, olgun bir imana kavuşamazsınız. İmanda en
yüksek mertebeye çıkmak istiyorsanız, yoksullara malınızın en
hoşuna gidenini bağışlayınız.”(Âl-i İmran, 3/92.)

Âyet-i kerimeyi büyük bir dikkat ve hassasiyetle dinleyenlerden Ebû Tâlhâ’nın
Medine’de Peygamberimiz (asv)'in mescidine yakın bir yerde, içinde altı yüz hurma
ağacı bulunan pek kıymetli bir bahçesi vardı. Sık sık dâvet ettiği Resûlûllah (asv)’a
burada ikramda bulunurdu. Bu zât derin bir çoşku içinde âyet-i kerimeyi dinledikten
sonra ayağa kalkarak şöyle dedi:

“Yâ Resûlûllah, benim servetim içinde en kıymetli ve bana en
sevgili olan, şehrin içindeki sizin de bildiğiniz bahçemdir. Bu andan
itibaren Allah rızası için onu, Allah’ın Resûlüne bırakıyorum.
İstediğiniz gibi tasarruf eder, dilediğiniz fakire verebilirsiniz.”

Bu sözleri söyledikten sonra Ebû Tâlhâ, sevinçli ve neşeli bir hâlle kararını
uygulamak için Mescid’den çıkarak bahçeye doğru gitti. Ebû Tâlhâ’nın
hanımı Rumeysâ, bahçedeki bir hurma ağacının gölgeliğinde oturmuştu.
Tâlhâ, bahçe duvarına kadar geldi ama içeriye girmedi. Onun geldiğini gören
hanımı Rumeysâ:

“Ebû Tâlhâ, duvarın dışında ne bekliyorsun, içeri gelsene?” dedi. Ebû Tâlhâ:

“Ben içeri giremem, Rumeysâ, sen de eşyânı toplayıp dışarı çıkar mısın?”
dedi. Rumeysâ biraz şaşırdı:

“Neden, bu bahçe bizim değil mi?” Ebû Tâlhâ:

“Hayır, artık bu bahçe bizim değil, şu andan itibaren Medine fukârasınındır.” dedi.

Sonra da, Hz. Peygamber (asv)’den dinlediği âyet-i kerimeyi ve verdiği
kararını hanımına anlattı. Rumeysâ hanım bu sözler karşısında, hiç tereddüt
etmeden şunu sordu:

“İkimiz nâmına mı, yoksa sadece kendi şahsın için mi bağışladın?”

“İkimiz namına bağışladım” cevabını alınca da:

“Allah senden razı olsun Ebû Tâlhâ. Etrafımızdaki fakirleri gördükçe,
ben de aynı şeyi düşünürdüm de sana söylemeye bir tülü cesaret
edemezdim; Allah bu hayrımızı kabûl buyursun, bekle öyleyse
bahçeden çıkıp ben de yanına geliyorum!”(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a.
(2) bk. Buhâri, Müslim, Tirmizî

Sorularlarisale.com

24 Şubat 2013 Pazar

ISLAMOFOBYA

İlk kez 1991 yılında Runnymede Trust Raporu'nda "Müslümanlara karşı yersiz düşmanlık ve böylelikle bir kısım ya da bütün müslümanlara karşı duyulan nefret ve korku" şeklinde tanımlanan islamofobi terimi, 2010 yılında akademisyen Chris Allen tarafından tekrar tanımlanması gerektiği ileri sürülerek "Bu yeni tanım, düşünce, davranış ve konuşmalarımızı şekillendiren ve bilgilendiren bir ideoloji olarak islamofobi ile şiddet ve suiistimal içeren ayrımcı davranışlarla sonuçlanan islamofobi arasında ayrım yapmak anlamana gelmektedir" analizlerinde bulunulmuştur.
Termolojisi konusunda fikir ayrılıkları devam edip tartışılırken islamofobinin tüm dünyadaki etkileri de ne yazık ki hızlıca devam etmekte.
Müslümanların islamofobi algısı üzerine yapılan araştıramalarda farklı gruplardan katılımcıların "medyada bulunan en yüksek seviyedeki islamofobiyle  karşılaştıklarını" göstermiştir. Yani tamamen medyanın yönlendirmesiyle oluşan bir islamofobi algısıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeğinden söz edebiliriz.
Yine islamofobi üzerine yapılan başka bir raporda "ne yazık ki, bir takım siyasi partilerin mesajları ve medyanın bazı bölümlerindeki tasvirleri , müslümanlar hakkındaki (klişe ve olumsuz) düşünceleri güçlendirmiştir." dile getirilerek bu işte medyanın ne derece etkisi olduğu gerçeği bir kez daha vurgulanmıştır.
Müslüman azınlıkların yaşadığı ülkelerde yayınlanan uluslararası raporlarda islamofobi algısı üzerine yapılan çalışmaları okuyup onlar üzerine düşünceler yorarken Türkiye'de de, Gençlik ve Spor Bakanlığı (gençlik üzerine yaptığı bir birinden önemli etkin projelerle hızlı bir ivme kazandığı şu zaman itibari ile ve genç yaşımın vermiş olduğu özgüvenle Gençlik ve Spor Bakanlığı'nı Gençlik Bakanlığı diye tanımlamayı daha doğru buluyorum) "Genç Gazeteciler İslamofobi'yi Konuşuyor" çalıştayı ile dünyanın önde gelen gazetecilerini bir araya getirdi.
Geçtiğimiz haftalarda Maltepe Üniversitesi ve Medya Derneği'nin de ortak olduğu ve Maltepe Üniversitesi, Marmara Eğitim Köyü MARMA Kongre Merkezi'nde gerçekleşen benim de genç bir gazeteci adayı olarak katıldığım panale BBC, CNN, Daily Telegraph, The Guardian , Huffington Post gibi uluslararası arenada etkisi herkes tarafından bilinen önemli gazete ve televizyon çalışanları ve yazarlarının yanı sıra Türkiye'den 15 farklı ulusal gazete temsilcileri ve köşe yazarları ile birlikte yurtiçi ve yurtdışı uluslararası üniversitelerin gazetecilik bölümlerinde okuyan 200'e yakın genç gazeteci adayları katıldı.
Muhteşem bir ormanın içine kurulan kaldığımız otelin harika manzarası ve doğasından mıdır bilinmez ama genç gazeteci arkadaşlarımla dolu dolu verimli bir çalıştay gerçekleştirdik. Entektüel bakış açılarıyla islamofobinin çözümü konusunda neler yapabilirizi tartıştık. Ulusal ve uluslararası medyanın bu yöndeki görev ve sorumluluklarının yanı sıra bu konudaki tutumlarına ve yaklaşımlarına atıflarda bulunduk. Zaman zaman istanbul gezileriyle yabancı arkadaşlarımızı Türkiye gerçeği ile yakından tanıştırdık. İstanbul'un silüetinin islamofobiyle ne kadar zıt düştüğünü, nasıl da dinler arası diyaloğa kapı aralıdığını Santa Sofia'larla gösterdik. Bunu, Fatih'in istanbula girerkenki zamanı ölümsüzleştiren Tarih-i Ebu'l-Feth yazarı Tursun Bey eserinde İstanbul daru'l-eman oldu, Fatih Ayasofya'ya geldiğinde "bu binay-ı hasinun tevabi ve levahıkın harab-u yebab gördi" der ve Ayasofya'yı ve surları onardığını belirtir.
Adıyamanlı genç bir gazeteci olarak katıldığım bu organizasyon, hiç şüphesiz, davete icabet eden dünya medyasının önde gelen kalemlerin yazıp çizmesiyle dünyadaki islamofobi algısını küçümsenmeyecek ölçüde değiştirecektir. Buna inanıncım tam çünkü, dünya medyasında etkin gazeteci yazarların ülkemizde yayın yapan gazete ve televizyon temsilcileri ile böyle bir panelde islamofobi sorunu için buluşmaları ve tüm bunlardan öte en önemlisi olarak gördüğüm, sonraki nesillerin yetişmesi ve düşünmesinde kaçınılmaz etkisi olan uluslararası ve ulusal genç gazeteci adayların birbirleriyle tanışıp kaynaşması sağlanmıştır. Böyle kurulan samimi diyaloglar, hem islamofobi sorunun çözümü noktasında hem de Adıyaman'ımızın basın-yayın gelişimi yolunda gelecekte çok büyük bir rol oynayacaktır.
Unutmamak gerekir ki sadece tek bir ruha sahip bireyler olarak bireysel yaşadığımız şu günlük hayatta her hareketimizle ilimizi, ülkemizi insanlığı ve en önemlisi dinimizi temsil ederek yaşıyoruz. Eğer bu memlekette islam dinine mensup bireyler olarak dünyaya gözlerimizi açmışsak bunun da sorumluluğunu bilerek hareket etmemiz gerekir. Şuan yaşayan insanlar olarak dünyanın geleceği için üzerimize düşen çok büyük bir sorumluluk var. Her adımımızda bunun bilinciyle haraket etmemiz gerektiğine inanıyor biliyor ve böyle görüyorum.

15 Kasım 2012 Perşembe


flaş.. flaş.. flaş.. diye girilen bir haber mi daha çok dikkatinizi çeker yoksa sıradan, yalın bir anlatım ve teknikle hazırlanıp, öylece önünüze sunulan bir haber mi?
visual style üzerine konuşarak konunun ana temasını oluşturan ve henüz okumadıklarınızı böyle zaman öldürücü terimlerle heder etmek istemem elbet. o yüzden böyle konu dışı gözükse de, mutlaka bağlantılı olan ama özünde saklı tutulan konuları düşünmek yerine, size nacizane bir teklifim olacak. 
Şöyle ki : Her sabah ister sıkı bir gazete okuyucusu olarak elimize bir gazete almış, ister internet haberciliğini sevmiş pc başına oturmuş isterse de bu pazarda büyük bir pay sahibi olan televizyon ekranları önüne geçmiş güncel konulara dair bir bilgi, bir haber edinmiş olmayalım. Muhakkak çoğumuzun ''acaba yine ne yazmış, ne demiş'' düşüncesiyle takip ettiği yazarlar olmuştur. onlar yazmışlardır; biz okumuşuzdur, yine onlar bildirmiş; biz yine yorumlamışızdır. Bazen de o kadar sert çıkmışızdır ki hemen oracıkta bir Gazeteci-Yazar olmak istemişizdir, tüm dünyanın yükünü sırtlanırcasına cesaretlenmişizdir. Haykırmak, dile getirmek 'Hayır. O, öyle değil!'' dercesine sitem etmek, karşı gelmek.. Yanlışı düzeltmek istemişizdir. Yapmadığımız şeyler de olmuş elbet; haksızlıkları görmezden gelmemişiz mesela, sessiz kalmamış, yerimizde duramamışızdır.
Durum 'ben de varım, benim de söyleyecek sözüm var' tırnağı içerisinde çoktan yerini haykırışlara bırakmışken ve kıvılcımlar kor kor alevlenip nice leyl'leri aydınlatmaya da yüz bulmuşken, Değişim ve Gelişim Platformu'nun ruhundan bahsetmemek, Mecnun misali çölde Leyla'sını arayan biri olarak Adıyaman'ı sadece bir toprak parçası olarak görmek ve göstermek istemem elbet.
Daha çocuk yaşta iki genç yazarın bir araya gelerek oluşturmaya çalıştıkları şapka çıkartılacak türden bir oluşumun iksirini içmemiz gerektiğini ve Değişim ve Gelişim Platformu'ndan öy

14 Ekim 2012 Pazar

Avşar Güzeli


''Oy beni beni yar beni beni
 Yar değil misin
 Beni bu hallara koyan sen değil misin''

en başta şunu belirtmek isterim ki, eğer bir yazar okuyucuları için yazdıkları arasında duygularına yer vermiyorsa ve öyle kuru kuruya kalemini sallayıp tutuyorsa sizin de taktir ettiğiniz üzere o yazar okuyucuların gönüllerine girememiş ve kalplerine bir ritim bile dokunduramamış demektir.

Bir sabah kalkarız ve herşeye kaldığımız yerden devam edeceğimizi düşünürüz bazen, bazen de ''hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, elbet daha da iyi olacak'' deyip yeni bir güne başlarız..

Gün içerisinde yaşananları bazen anlamlı bulurken bazen de anlamsızlaştırarak o gün kalktığımız tarafa veririz tüm yaşanılası ve görülesi zamanları.. Bunu Sağ-Sol Kavgaları görmüş 80'li yılların Türkiye'sine bağladığım filan yok, bilesiniz. O kadar kutuplaşmaya alışmışız ki demokratik bir hiyerarşi kurduğumuza sevinir, mutlu olabiliriz. Hatta o da yetmezmiş gibi kendi kurduğumuz demokratik düzende birilerini ezmenin gerekliliğini bir ''değiştirilemez kural''olarak benimser insan sevgisini geri plana iteriz. 100 yıllık Cumhuriyet Tarihi'nde bunların birini bile yapmışsak 2071 yılının Türkiye'sinde bunların binini yapmayacağımız ne malum?!

Gerçekler her zaman göründüğü gibi değildir, çünkü anlaşılan her zaman görünen olmuştur! eğer görünenin aksine onca şeyin altında yatan nedenler aransa belki o zaman filozofun birine dünyanın en zor şeyi nedir sorusu sorulduğunda sözdür; çünkü anlamak da güçtür, anlatmak da cevabı verilmeyecek.

Yoksa nasıl merkezci bir anlayışla bir merkezi otorite kurarak merkezkaç kuvveti etrafında deliler gibi dönüp durabilirim? Böyle bir yol izleyerek, asıl sonucun merkezden dışarı çıkıldığında alındığını fark etmiş olmam bir şeyleri biraz daha sevdirmez mi?

Yoksa "Bazen ne kadar küçük olduğunuzu görmek için çok yükseklere çıkmanız lazım" sözü nasıl olurda tüm dünyanın alkışını toplar? Bunun ancak en yüksekte duran bir insan tarafından söylenmiş olması gerekmez mi?

Tekrar başa dönerek ''ya arkadaş, bu ne diyor böyle'' sözlerine bir cevap niteliğinde tüm yazılanları birbirine bağlamak isterdim lakin dedik ya dünyanın en zor şeyi sözdür; ne anlamak kolay gelir bunu, ne de anlatmak. Hele yazılanlar bir de duygu harmanına karışmış rüzgarda savrulmuşsa.. Hadi gelde çık işin içinden çıkabilirsen..

Velhasıl-ı Kelam
Günün birinde İtalya'da matematik okuyacağım aklıma gelmezdi, Allah nasip etti, okuduk. O günleri elbet oturup uzun uzadıya anlatmak isterim size, yaşanılması gereken ve gerekmeyenlerle, tüm herşeyi sizler için yazmaya hazır olduğumu belirtmek isterim. Fakat İtalya'da bulunduğum zamanlarda 21.11.2010 tarihinde öyle bir şey kaleme almışım ki gerçekten ''Mustafa, bunca uğraş boşa, yazmalısın mısralardaki sırları, bağlayıp da anlayana'' düşüncesine sevk ediyor.

Affınıza sığınarak, asıl anlatmak istediklerimi, herhangi bir ülkenin herhangi bir şehrinde kaleme aldığım ve gecenin bir vaktinde hayal ufkumun tepelerindenden süzülen aşağıdaki kelime özleriyle dile getirmek istiyorum:

Hasretinden Dağlar Yıkan Gecelerde Ağlar Oldum..
Hani Benim Candan Yanan Hislerimde Senin Sevdan!

Haşmetinden Bağlar Çıkan Hecelerde Ağlar Yoldum..
Hani Benim Candan Yanan Hislerimde Senin Sevdan!

30 Eylül 2012 Pazar

Türkiye’nin Genç Milletvekili Faik Tunay: “Geleceğin değil, bugünün gençleriyiz”

Mustafa Alagöz

Güne Bakış Gazetesi ve Gazete Adıyaman Yazarı Mustafa Alagöz, genç yaşta siyasete atılan, önce Anavatan Partisinde Gençlik Kolları Genel Başkan Yardımcılığı yapan, sonra CHP’den İstanbul Milletvekili seçilerek, Türkiye’nin en genç milletvekillerinden olan, genç yaşına rağmen de başarılı bir kariyerin sahibi Faik Tunay ile bir söyleşi yaptı. Alagöz sordu, Tunay cevapladı.


Adıyaman’ı Görmek İstiyorum
Türkiye Gündemi şuan sizinle ilgili haberlerle meşgulken, röportaj talebimizi kırmayıp, böyle yoğun bir zamanda bizlere zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Tüm haber siteleri ve ulusal kanallar gündemdeki sıcak konulara dair sizle alakalı yorumlar yaparken, bir an da olsa gündemden sıyrılıp 'sessiz, sakin' olarak bilinen Adıyaman ilimize dair sizin düşündükleriniz neler olacaktır?
Adıyaman, her zaman gelip görmek istediğim ama o bölgede görmediğim nadir illerden bir tanesi. Kısmet olursa en yakın zamanda gelmek istiyorum. Adıyaman ve bölgenin benim siyasi yaşamımda ki yeri önemli 2001 yılında Anavatan Partisi Gençlik Kolları Genel Başkanlık seçiminde iki aday yarışmıştı benim de listesinde olduğum Baki Mert özellikle Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgesin deki il başkanlarımızın desteği ile seçimi kazanmıştı ben de o süreçte Genel Başkan Yardımcısı olmuştum o zamanki Adıyaman  il başkanımız Hasan Acet'in seçim sürecinde lehimize yaptığı çalışmalar unutulmaz.

Gençler, ülkenin bugünü, yarını değil
Gençlere ve Geleceğe Işık'' sloganınızı bir genç olarak çok beğendim. Bu güzel slogan ile çıktığınız ''Milletin Vekili'' olma yolunda mecliste görev yaptığınız 1 yıl süreyle gençlere yönelik ne gibi çalışmalarda bulundunuz? Gelecekte ülkemiz, milletimiz adına ve özellikle gençlerimize yönelik yapılması gereken somut projeleriniz ve politikalarınız var mıdır, varsa nelerdir?
Gençler bizim geleceğimiz sözü benim hep moralimi bozar ve bu cümleyi kabul etmem her duyduğumda da nazik bir biçimde tepkimi ortaya koyarım. Gençler bu ülkenin bugünü, geleceği değil. Çünkü biz gençler de ilerde orta yaşlı, daha sonra da yaşlı olacağız. Yani gençlik kalmayacak. Bu biraz da ‘siz sıranızı bekleyin’ temennisi bence. Bir milletvekili ben şunları şunları yapacağım derse çokta samimi olmaz. Bugünkü sistem biraz yürütme ağırlıklı, yani bireysel olarak vekillerin çok bir fonksiyonu yok. Elbette ki bir vekil önerge verebilir, kanun teklifi verebilir, belirli konuları sıkı takip edip gündem yaratabilir ama tek başına yasa yapamaz. Benim hedefim siyasette nezaket ve zarafeti hep ön planda tutmak ve dili değiştirmek. Özellikle bunlar ile genç nesle örnek olmak amacım. Şerif Mardin'in güzel bir sözü var diyor ki ‘Türk siyaset tarihi karalamaların, ithamların, iftiraların tarihi’ maalesef çoğu zaman bu böyle ama bizler genç nesil bunu değiştirmek için bir şeyler yapabiliriz bence. Muhalefet iktidarın aldığı oy oranını kabul edecek, içine sindirecek, ‘ben neden alamıyorum’ diye kafa yoracak ama iktidarda ‘ben yüzde elliyi aldım, istediğimi istediğim gibi yaparım’ demeyecek. Kendisine oy vermeyen bir yüzde ellinin de olduğunu unutmayacak. Bunlar olursa bu ülke temel meselelerini çok daha hızlı çözer, sorunlar minimuma iner.

Bile Bile Zor Olanı Seçtim
3 yıldan fazla farklı farklı ülkelerde yurtdışı hayatınız oldu. Yurtdışına çıkmadan önce ANAP'ta politika yapıyordunuz 2007 yılında tekrar ülkeye döndüğünüzde ise Anavatan Partisi'ni bıraktığınız gibi bulamadınız tabi. Politikaya ara vermiş, kendi işinizi yaparken CHP'den, Mustafa Sarıgül'den aldığınız teklifle tekrar politikaya döndünüz. Şimdi CHP'nin en genç milletvekili sıfatıyla 'milletin vekili' olma yolunda ilerliyorsunuz. 2007 yılında yurtdışından döndükten sonra başbakan veya yakın çevrelerinden sizi tanıyanlar var mıydı? Mustafa Sarıgül'ün teklifinden önce hükümet kanadından size bir teklif geldi mi/gelebilir miydi/gelseydi cevabınız ne olurdu? Yoksa yine CHP'de renkli bir kişilik olarak yer alır mıydınız?
Hep söylüyorum benim siyasete girmemdeki temel etken Anavatan Partisi ve rahmetli Özal’dır. Anavatan Partisi ve Özal Türkiye'de bir zihniyet devrimi yapmıştır. Bununla beraber gerçek anlamda milletin değerlerini istismar etmeden, samimi bir bicimde, bizden biri olarak uzun zaman sonra göreve gelen ilk liderdir.1999 yılında ilk başladığım gün neyi söylüyorsam, neyi savunuyorsam bugünde şükür aynılarını savunuyorum. CHP'de olmam fikirlerimi değiştirmem için bir neden olamaz. Benim amacım buraya zenginlik katmak. Neden CHP? Bakın Türkiye'nin normalleşmesi için benim gibi örneklerin çoğalması gerektiğine inanıyorum. Keşke CHP'de daha fazla merkez sağ kökenli insan olsa. Keşke AKP'de daha fazla sosyal demokrat ya da Alevi olsa. İşte o zaman bu kadar sert kavgalar olmaz, kutuplaşmalar olmaz. Bizim gibi insanlar arada denge unsuru olur. Yoksa geçmişte sağda siyaset yapan herkes AKP'ye, geçmişte solda siyaset yapan herkes CHP'ye gitse nasıl sağlanacak denge? Nasıl uzlaşma sağlanacak? herkes aynı dili konuşacak, farklı ses çıkmayacak, karşı tarafla empati yapacak kimse olmayacak al sana işte kamplaşma, kutuplaşma ve ayrışma.
Kemal Bey genel başkan olduktan sonra beni partiye davet ettiler, gelecek planlarını paylaştılar. Değişim ve dönüşümü anlattılar. Ben de her zaman samimiyetlerine inandım ve bu surece taşın altına elimi, hatta gövdemi koyarak katkı sağlamak istedim. Aslında bile bile zor olanı seçtim. Bugün birileri tarafından benim merkez sağ kökenli oluşum kullanılıyor ve bana saldırılıyorsa ne kadar zor bir ise kalkıştığım daha iyi anlaşılır.
Biraz da kadere kısmete inanmak lazım sizin dışınızda da bazı şeyler gelişiyor ve hayat sizi bazen alıp bir yerlere götürüyor. CHP İstanbul Milletvekili oldum. Elbette ki doksan yıllık bir partide siyaset yapmak kolay değil. CHP Türkiye'nin en eski partisi. Burada ki yapı diğer partilere benzemiyor. Çok farklı, gayet de doğal ama şu da bir gerçek ki partinin enerjiye, gençlere ihtiyacı var. Gençlerin ve kadınların çok aktif olmadığı bir parti milletin teveccühünü kazanamıyor. Milletimiz artık körü körüne ideolojilere oy vermiyor, hizmete oy veriyor. Takım tutar gibi parti tutulmaz. Elbette ki partilerin temel ilkeleri olur ama onun haricinde farklı fikirler olmalı, ‘farklılıklar en büyük zenginliktir’ anlayışı hâkim olmalı. Yoksa küçük bir zümreyle, kapalı bir yapıyla başarı gelmiyor, gelmiyor. Faik Tunay partiye davet edilirken herkes düşüncesini, yapısını biliyordu. Kabul edilerek alındı. Şimdi oyun başladıktan sonra ‘sen merkez sağdan geldin, sen Özal hayranısın’ gibi şeyleri öne sürmek, ötekileştirmeye çalışmak bence, çok etik değil.

Yabancı dil politikamız yok!
‘Bir lisan, bir insan; iki lisan, iki insan’ sözünü çok iyi benimsemiş ve 5 dil bilen biri olarak gençlerimizin 'yabancı diller' konusundaki duyarsızlığına nasıl bir çözüm üretebiliriz? fikirleriniz nelerdir?
Üniversite mezunu olmak çok önemli ama bugünün dünyasında en önemli şey yabancı dil. Meşhur bir söz var ya, ‘bir dil bir insan’ gerçekten çok doğru. Tabi ki bir yabancı dili öğrenmek imkân meselesi, kolay değil ama artık birçok burs imkânı var, hem yurtiçin de hem yurtdışın da. Bunları iyi takip etmek lazım, araştırmak lazım, değişim programlarını takip etmek lazım. Evet zor, kolay değil ama hayatta hiçbir şey imkânsız değil istenirse, inanılırsa Allah’ın da yardımıyla yapılır. Yabancı dil politikamız yok. Ben karar veren pozisyonun da olsam buna çok önem verirdim ve devletin imkânlarını zorlayarak bu sahaya kaydırarak her okuldan yazın başarılı en az 10 öğrenciyi yurtdışına minimum bir ay programlara gönderirdim. Yurtdışını gören insan, yeni insanlar tanıyan, farklı kültürleri gören insan başka olur vizyonu ve dünyası değişir.

Gençler siyasetle mutlaka uğraşmalı
Nüfusumuzun yarısı 30 yaşın altında, yaş ortalamamız 29,5 ve geçen yıl ilk kez 2011 seçimlerinde 1992 doğumlu olup 3 milyon üzerinde genç arkadaşımız oy kullandı. Tüm bu istatistiklere bakarak ve partinizin de en genç milletvekili olarak gençlerimiz politikada ne kadar etkili, Türkiye politikasında yeterince yer alabiliyor mu? Biz gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Dedim ya biz gençler ülkenin bugünüyüz geleceği değil bunun bilincinde olalım. Nüfusun yarısı biziz. Bu ülkenin üretken gücü biziz. En başta kendimizi iyi yetiştirelim. Çok okuyalım. Unutmayalım ki en iyi dost kitaptır. Kitap okuyan insan farklı düşünür, hayal dünyası başkalaşır, hitabeti kuvvetlenir... Gençler mutlaka siyasetle uğraşmalı. Hangi siyasi partiye gönül veriyorsa mutlaka kaydolmalı, korkmamalı, gidip siyaset yapmalı. İşe gençlik kollarından başlamalı. Yani işin mutfağından başlamalı, adım adım zorlukları aşmalı. Zaman geçtikten sonra pes etmezse görecek ki bambaşka bir insan olmuş.
Bu dönem biraz daha farklı 35 yaşın altında bizler meclise girdik. Önemli bir gelişme ama sorumluluğumuz ağır farkındayım. Zaten gençlerin önünü açan bir sistem yok. Maalesef bizler iyi çalışmalar yaparsak, topluma örnek olursak ve en önemlisi millete ‘bu Gençlerde is var, ne varsa onlarda var’ı dedirtebilirsek bir daha ki donem daha fazla genç arkadaşımız buralarda olur. Elbette ki tecrübesiz bir gençlik tek başına zorlanır. Büyüklerimizin bilgisine, hayat tecrübesine ihtiyacımız var ama enerji olmadan, tecrübe bir şeyi ifade etmez.

Onlar demokrasi şehitleri
Adnan Menderes'in ölümünün 51. Yıldönümünde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın düzenlediği törenine katılmanız ve sonrasında sosyal medya aracılığı ile Adnan Menderes'i anmaya davet edişiniz bazı CHP'lilerce pek de hoş olmayan sözlerle karşılandı. Twitter üzerinden size ve Menderes'e hakaretler yağdıran bu kesimin hemen sonrasında Kemal Kılıçdaroğlu'nun Menderes'in kabrini ziyaret etmesi üzerine bu ziyarete alkış tutmasını nasıl yorumluyorsunuz? Bunun merkez sağdan gelmeniz ile bir alakası var mıdır?
Rahmetli Menderes ve arkadaşlarına bir kez daha rahmet diliyorum. Onlar demokrasi şehitleri. Elbette ki rahmetlinin de hataları olmuştur, siyasi yanlışları olmuştur. Kim hayatta hatasız mümkün mü? Ama ne olursa olsun milletin oyları ile seçilmiş bir başbakanı kimse idam sehpasına götüremez. Bakın Menderes'i idam edenler veya o kararı verenler kim? İsimleri nedir? Kim biliyor? Ama Menderes hala milletin gönlünde çok farklı bir noktada. İdamdan sonra yüzbinlerce yeni doğan çocuğa ‘Adnan’ ismi verilmiş. Ben anıt mezarın yakınlarında işim oldukça giderim, duamı okurum. Özal'ın kabri de yanında. Ona da sık sık giderim. İlk yaptığım şey değil ki ama Faik Tunay merkezden sağ kökenli olunca birilerinin zoruna gitti. Tabi ki sosyal medya üzerinden edep ve adap çizgisinden uzak bir şekilde bana saldırdılar ama bir gün sonra genel başkan da ziyaret etti ve bu insanlar tek kelime ses çıkarmadılar ilginç olanda buydu.

Elde silah varken barış olmaz
BDP'li Sırrı Sakık evlat acısı yaşarken Sayın Başbakan nezaket göstererek telefon açması ve Sırrı Sakık'ın 'Akan kanın durması, evlat acısına son verin' şeklindeki çağrılarına karşılık Erdoğan'ın 'ben elimden geleni yaptım, ancak cevap alamadım' sözlerini nasıl yorumluyorsunuz? 2011 seçimleri ardından bu meclisin öncelikli çözmesi gereken konular arasında 'Kürt Sorunu' olduğunu belirtmiş bir vekil olarak hükümetin bu yöndeki politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncesinde İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in 'terörü en kısa zamanda bitirme' sözü, şimdilerde ise Bülent Arınç'ın terörle mücadele konusunda 'Yılsonunda çok iyi bir noktaya gelmiş olacağız' şeklindeki beyanatları dikkate alınarak PKK'yı bitirme noktasında muhalefet partileri ile yeni bir konsensüs oluşturulacağını anlayabilir miyiz?
BDP bu sorunun çözümü noktasında önemli bir konumda ama maalesef onlar ülkenin partisi olamadılar. Israrla da olmak istemiyorlar. Siyasette ilk düğme yanlış iliklendiği zaman sonra ki düğmeler doğru iliklenemez mümkün değil. BDP ısrarla yangına körükle gitme gayretinde. Şimdi bir BDP'li vekil çıksa meclis kürsüsünden ‘şehitler bizim de içimizi acıtıyor, keşke olmasa’ dese ne olur? Hava bir anda nasıl değişir? Ama olmaz ütopya bu, hayal maalesef.
Siz ‘barış istiyoruz’ diyeceksiniz ama ısrarla birileri devlete savaş açacak ve bu savaşta Türk -Kürt ayrımı yapmadan insanlar ölecek, baskı, korku ve sindirme politikası izlenecek. Bir de elde silah varken barış olmaz. Önce silahlar bırakılır, sonra barış konuşulur. Bu bütün dünyada böyledir. Düşünün, sizinle birisi kavgalı. Araya birileri giriyor. ‘artık bu husumet bitsin yeter’ diyor ve bir şekilde çabalar sonucu bir araya geliyorsunuz ama karşı taraf daha içeri girer girmez silahını gösteriyor ya da tehditvari konuşarak, yani ‘her an silahıma sarılırım’ havası ile sizinle konuşuyor o ortamda barış olur mu? Kimse kimseyi kandırmasın olmaz. Devlete silah bıraksın demek ve bunu ön koşul olarak sunmak da kabul edilir bir şey değil. Elbette ki BDP Kürt vatandaşlarımızın hassasiyetini on planda tutacak ama ne zaman tüm Türkiye'nin partisi olur, o zaman çözüme yaklaşırız. Kaldı ki Kürt vatandaşlarımızın hepsi de BDP'ye oy vermiyor. Buradan da BDP'nin çıkarması gereken dersler var. BDP ve PKK'nin ne zaman ki Kürt vatandaşlarımız üzerinde ki vesayeti kalkar, o zaman çözüme yaklaşırız. Bu noktada devlete de, makam mevki sahibi iyi konumda ki Kürt vatandaşlarımıza da önemli görevler düşüyor. Biraz daha cesur olmaları lazım.
Biz siyasiler sadece cenaze törenlerinde bir araya gelirsek maalesef terör daha canımızı çok yakar. Elbette ki kimsenin elinde sihirli değnek yok. Kırk yıllık dert, sorun bir günde bitmez ama kararlılık, dayanışma, diyalog dosta düşmana korku salar. Yalnız siyasilere değil STK'larada büyük iş düşüyor. Özellikle Kürk kardeşlerimize artık onlar özellikle makam ve mevki sahibi olanlar, büyük şehirlerde iyi konumlarda olanlar çıkıp bin yıllık kardeşliğimize vurgu yapmalı. Terör örgütünün aradaki bir nifak tohumu olduğunu söylemeli. Bakın 1984 yılında ilk şehidimiz Süleyman Aydın'ın annesi Türkçe bilmiyordu. Bu örnek bazı şeyleri çok daha net anlatıyor bence. Devlet geçmişte yanlışlıklar yaptı. Yapmasaydı zaten bu nokta da olmazdık. İnkâr, red politikaları ile bir yere varılamaz. Herkes kimliğini rahatça, özgürce ifade edebilmeli. Bizler doğarken anamızı, babamızı, doğacağımız yeri seçebiliyor muyuz, mümkün mü?  O zaman niye ayrım yapıyoruz? Adam Kürt, hayır kardeşim sen değilsin denmiş yıllarca. Olur mu, olmamalı ama olmuş işte. Artık bu devirler geride kaldı. Birileri geçmişte yapılan yanlışları öne sürerek, biraz da yaraları kaşıyarak başka başka istekler de bulunuyor. Bu ülkede Kürtler yalnız Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yok ki. İstanbul, Ankara, İzmir, Muğla, Trabzon her yerde var. Biz nasıl birbirimizden ayrılırız. Kız almışız kız vermişiz. Birbirimizden ayrı bağımsız yaşamıyoruz ki nasıl olur. Allah korusun, işte bu ülke için felaket senaryosu olur. Herkes haddini bilsin. Boş hayallerin peşinde koşmasın. Geminin içerisinde hepimiz varız. Batarsak hepimiz batarız bunu unutmayalım.

Hep daha iyisini hedeflemek lazım
Herkes safını belirlemiş belli bir ideolojik fikre hizmet ediyorken siyasette çok yeni ve genç milletvekillerimizden biri olmanıza rağmen bu kadar farklı kesimden insanın gönlüne hitap etmenizi, her görüşün takdirini toplamanızı ne ile açıklıyorsunuz? Yoksa biz geleceğin teminatı gençler olarak alışılmışlığın dışında siz genç liderlerle birlikte yeni bir yüze sahip bir siyaset mi buluyor olacağız?
Siyaset statik değil dinamik bir saha. Değişmeyen tek şey değişimin kendisi lafının belki de en doğru uygulama sahası siyasettir. 21. yüzyıl, yenidünya düzeni insanları, kurumları, partileri, yaşam şekillerini değiştiriyor. İnsanoğlu hep ileriye gitmek ister. Kimse geriye gitmek istemez. Onun için hep ileriyi, daha iyisini hedeflemek lazım. Millete rağmen değil, milletle beraber siyaset yapma anlayışına hâkim olan her zaman kazanır. Kısa vade de kaybediyor gözükse bile milletin gönlünde yer edinir ve millet onu alır, bir yerlere getirir. Bizim milletimiz belki âlim değildir ama ariftir, yani her şeyin farkındadır. Son yıllarda ülkemiz hızla kutuplaşma ve kamplaşmaya doğru gidiyor. Okunan gazeteler ve izlenen TV kanalları bile ayrıldı. Türk, Kürt, Sünni, Alevi ayrımı var. Allah aşkına ne oluyor bize? Siyasetçilerin biraz daha dikkatli olmaları lazım. Milleti ayrıştıran değil birleştiren bir dile ihtiyaç var. Sanırım kişi, inanç ve fikir ayrımı yapmadan herkese eşit mesafede duran yaklaşım, milletimiz tarafından takdir ediliyor.

Milletimiz ordusunu kışlada sever
Darbeler ve yeni Anayasa 'da demokrasi hakkında ki düşünceleriniz?
Siyasetçileri cezalandıracak tek kurum millet olmalıdır demokrasi ve sandık. Millet takdir ederse oyunu verir, iktidara getirir. Yok beğenmezse sandıkta cezasını keser, iktidardan uzaklaştırır. Demokrasi dışı arayışlar bu ülkeye bir şey katmaz. Hedefi ileri olan bizleri demokrasi dışı arayışlar geri götürür. Milletimiz ordusunu sever ama kışlada sever. Dünyanın neresinde asker ocağı için peygamber ocağı denilir, var mı başka örnek, bulunamaz. Askerlerin temel vazifesi ülkeyi dış tehditlerden korumak olmalıdır siyasetçilere çekidüzen vermek değil bu milletin işidir.